top of page

reviews

Benoit Junod
Benoit Junod (CH)

Martin Baeyens or the constancy of renewal

I really like the portrait of our friend Martin Baeyens which he has on the homepage of his website, https://martinbaeyens.wixsite.com/portfolio. It tells us at once many things about the man. He is in his early 60s and exudes a feeling that he is the sort of person who, having something to say, he says it. The image is frontal and direct, as is the man. His arms are crossed, but not defensively. His mouth has a hint of a smile, betraying a fine sense of humour, which is like yeast in the bread of his very serious professionalism. His eyes look a bit tired – but that's to be expected: he works extremely hard, looking and thinking and creating, teaching and communicating his endless interest in the printed image. Martin never spoke to me about his childhood, about his youth and studies. I think it is because his involvement with art quickly became such a totally pervasive presence in his life, that anything else is somehow coincidental. I do not mean this in a negative way: it is just a fact. His wife must be on the Vatican shortlist for sainthood – it's a blessing that she has her garden which she keeps pristine, much in the same way as Martin keeps his print room in perfect order. So to know something about Martin Baeyens early creative years, one has to look in the drawers of his plan-cabinets and rummage around at the back, or ask him to go and fetch something upstairs in his workroom, which is a sanctum and closed to visitors. From bits of paper with ink on them, one sees that Martin started with an intense phase of technical exploration and discovery, going from one medium to another and using strong expressionist gestures, noticing quite early that parallel bent lines were also the image of grasses in the wind, and that abstraction was contained in the very heart of the world in which man lives, the landscape. It was in the early 'seventies that he discovered screen printing, which allowed him the kind of control of line, colours and transparency which he was looking for. Instead of making an original and giving it to be printed by some workshop, Martin Baeyens elevated screen-printing his own works to an art form in itself, which he mastered completely. Today, he also uses digital technology. As he does not want to waste the time to learn in great detail all the software potential, he sits next to a computer technician when the conceptual process of a work is completed, and tortures him for hours and days until he is satisfied that the printed result corresponds exactly to what he wanted. This perfectionism, this deep commitment to produce works which are both conceptually and formally immaculate, run throughout his life and his creation. Interfaces between nature and technology are at the centre of his preoccupations, and he tirelessly researches them, using even computer-circuits as supports to his images. Perhaps Martin Baeyens' preferred subject for creative discourse is the landscape, its fragility, its permanence. Perhaps he didn't even notice that on his web site, when you click on 'CV', a landscape appears... His landscapes are observant rewrites of reality which invite the visitor to come and smell the wind. In his seascapes, you can feel the swell of the water and hear the waves. His drawing is always right, and this is what gives him freedom to stray, to interpret, to blend and dissolve. He also takes pleasure in the juxtaposition of contrasts, in the tension caused by collages of dissimilar presences. Above all, Martin Baeyens has reached the critical creative stage in which he can intuitively tell what is essential, and what needs not and must not be added: less is better than more... Ex-libris? Martin's work is so coherent that there can be no variance between his other works and his bookplates – he is a serious artist. We know that it was his master and mentor Gerard Gaudaen who infected him with the love of making these small applied art graphics conceived to be pasted into books and to indicate their owner. His first woodcut bookplate dates from 1966 and his first screen-printed one from ten years later. Computer-generated bookplates go back a few years now, but whatever the technique chosen by Martin Baeyens, the creative impulse is the same, as is the patient research and reflection behind each item. His ex-libris only differ from his other works in that the initial spark is usually triggered by the future owner of the bookplate – with free graphics, the spark comes from inside. He has made over five hundred ex-libris, and there is not a single one that is banal, that lacks a special touch, because every single work which Martin creates, be it a collage and painting, a free graphic or an ex-libris, is a new self-standing milestone in the artist's research and creative process. And, by the way, he made the first hologram ex-libris for Pim Zwiers in 1990 So this exhibition, in which the ex-libris are shown chronologically, reflects more generally the artist's creative path over the years. Martin Baeyens doesn't look back, unless it is to think of the future. Have you noticed that on his web site, the agenda of future exhibitions comes before the curriculum vitae? And don't think that you will find early works on his web site: the earliest prints and ex-libris shown are from 2005. And when he reads this, he will probably ask his son, who helps with the web site, to put in more recent pictures... Over eighty one-man shows, more than fifty awards for his work. And with this, one has to mention that he has been teaching design and graphics at the Academy of fine arts of Ghent for over forty years. Not the humdrum arts professor, but a man who awakens and stimulates youngsters to think, work and excel: in recent bookplate competitions, it is Baeyens' students who are beginning to steal the prizes! Keep looking forward, Martin. Keep the dynamo turning, endlessly searching and endlessly giving birth to memorable images. When I take a book from my library, open it and see an ex-libris you made for me which integrates the images of my two children, I feel a flashback to the past and a flicker back to the future, and the wonder of your art has once again worked its magic. BJ, Geneva 2006

Benoit Junod
Benoit Junod (CH)

Martin Baeyens or the constancy of renewal

Turkisch translation

Aktif ressam, grafik sanatçısı ve tasarımcı. Belçika ve diğer ülkelerde çok sayıda (95) kişisel sergi açtı, dünya çapında (820) grup sergisine katıldı ve (86) uluslararası sergide ödül aldı. Ekslibris dünyasında önemli ve müstesna bir yeri vardır. Bugüne kadar, çoğu ipek baskı olmak üzere (549) ekslibris yapmıştır. Baeyens’in sanat eserlerinin merkezinde doğa vardır. Teknoloji ve doğa arasında bir denge arayışı içindedir ve bu nedenle elektronik devre baskı levhalarını kullanmaktadır. Serbest grafiklerinde de ipek baskı konusunda uzmanlaşmıştır. Eserlerini, mükemmeliyetçi tekniğiyle kendisi basmaktadır. 39 yıldır Gent’teki Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi’nde profesördür. Belçika’daki Frans Masereel Grafik Merkezi, ABD Lubbock’daki Texas Tech Üniversitesi ile Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’taki çeşitli üniversitelerde konuk öğretim üyesi olarak etkinliklerde bulunmuştur. Erasmus (eğitsel değişim projesi) kapsamında Barselona, Lizbon, Krakow, Limerick ve Ankara güzel sanatlar fakültelerine davet edilmiştir. Martin R. Baeyens veya yenilenmenin sürekliliği Dostumuz Martin Baeyens’in www.martinbaeyens.tk adresindeki web sitesinin ana sayfasında yer alan portresini gerçekten çok sevdim. Bu portre, beyefendi hakkında bir bakışta çok şeyler anlatıyor. 60’larının başlarında ve söyleyecek neyi varsa söyleyecek bir kişi intibaını uyandırıyor. Resim ön cepheden ve direkt, tıpkı beyefendinin kendisi gibi. Kollarını kavuşturmuş ama savunma amaçlı değil. Dudaklarında, çok ciddi profesyonel tutumunun mayası olarak değerlendirilebilecek ince bir mizah anlayışını yansıtan bir gülümseme okunuyor. Gözleri biraz yorgun gibi – ama buna şaşırmamak gerek: kendisi çok çalışıyor, bakıyor ve düşünüyor ve yaratıyor, sonsuz ilgisini basılı resimde öğretiyor ve iletiyor. Martin bana çocukluğundan, gençliğinden ve akademik çalışmalarından hiç söz etmedi. Sanırım bunun nedeni, sanata olan ilgisinin kısa sürede hayatının her boyutunu tamamen kaplaması üzerine diğer her şeyin bir şekilde tesadüfi hale gelmesi. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum: bu yalnızca bir olgu. Eşinin adını Vatikan’ın azize ilân edilecekler listesinde görürsek şaşmamalı – Martin baskı odasını nasıl mükemmel biçimde düzenli tutuyorsa karısının da bahçesini tertemiz ve ferah tutması Tanrının bir lütfu olsa gerek. Martin Baeyens’in erken kreatif yılları hakkında bir şeyler öğrenebilmek için plan dolaplarının çekmecelerine ve gerilerde eşelenmeniz veya kendisinden, mahrem ve ziyaretçilere kapalı çalışma odasına gidip bir şeyler getirmesini istemeniz gerekir. İnsan üzerlerinde mürekkep bulunan kağıt parçalarına bakınca, Martin’in bir ortamdan diğerine geçerek ve güçlü dışavurumcu jestler kullanarak, paralel eğimli çizgilerin aynı zamanda rüzgardaki çimenlerin resmi olduğunu çok erken fark ederek ve soyutlamanın insanın içinde yaşadığı dünyanın kalbinin, doğanın tam ortasında yer aldığını görerek, yoğun bir teknik araştırma ve keşif yolculuğu içinde olduğunu görüyor. Arayışı içinde olduğu çizgi, renk ve saydamlık kontrolü türünü kendine sunan serigrafik baskı ile tanışması yetmişli yılların başına denk gelmiştir. Bir orijinal yapıp herhangi bir atölyeye basılması için vermek yerine, Martin Baeyens kendi eserlerini, kendi içinde bir sanat biçimi oluşturacak şekilde ustası olduğu serigraf baskı tekniğiyle basmayı tercih etmiştir. Bugün, sayısal teknolojiyi de kullanmaktadır. Yazılım potansiyelinin tümünü en ince ayrıntısına kadar öğrenmekle vakit kaybetmek istemediğinden, bir eserin kavramsal süreci tamamlandığında, bir bilgisayar teknisyeninin yanına oturmakta ve basılan sonucun istediği şeye tam olarak denk geldiği konusunda tatmin olana dek teknisyene saatler ve günler boyu işkence etmektedir. Bu mükemmeliyetçilik, hem kavramsal hem de biçimsel açıdan kusursuz eserler üretmeye yönelik bu derin adanmışlık hayatının ve yaratım sürecinin her aşamasında ortaya çıkmaktadır. Doğa ve teknoloji arayüzleri onun meşgalelerinin merkezinde yer almaktadır ve bunları bıkmadan usanmadan araştırmakta, hatta bilgisayar devrelerini bile resimlerine destek olarak kullanmaktadır. Martin Bayens’in yaratıcı söylemi konusunda tercih ettiği konu muhtemelen doğa, doğanın kırılganlığı, ebediliğidir. Belki kendisi bile farkında değildir, web sitesinde ‘CV’ bağlantısını tıkladığınızda, bir doğa manzarası ile karşılaşıyoruz... Martin’in manzaraları, gerçekliğin, ziyaretçiyi gelip rüzgarı koklamaya davet eden dikkatli yeniden yazımlarıdır. Deniz manzaralarında ise suyun kabarmasını hissedebilir ve dalgaların sesini duyabilirsiniz. Çizgisi daima doğrudur ve kendisine uzaklaşıp gitme, yorumlama, harmanlama ve çözümleme özgürlüğünü veren de budur. Kontrastların yan yana gelmesinden, birbirine benzemeyen mevcudiyetlerin kolajlarının neden olduğu gerilimden de zevk alır. Martin Baeyens bütün bunlardan öte neyin elzem olduğunu ve neyin eklenmesi ve neyin eklenmemesini sezgisel olarak söyleyebileceği kritik kreatif aşamaya erişmiştir: daha az, daha çoktan iyidir... Ekslibris? Martin’in çalışmaları o kadar tutarlıdır ki diğer eserleri ve ekslibrisleri arasında hiçbir değişiklik söz konusu olamaz – ciddi bir sanatçıdır. Kitaplara yapıştırılarak sahiplerini göstermesi beklenen bu küçük uygulamalı sanat grafiklerini yapma aşkını Martin’e sirayet ettirenin, ustası ve akıl hocası Gerard Gaudaen olduğunu biliyoruz. İlk ağaç baskı ekslibrisin tarihi 1966 yılına ve serigraf baskılı olanı on yıl sonrasına rastlar. Bilgisayarda üretilen kitap etiketleri birkaç yıl öncesine dayanmaktadır ama Martin Baeyens tarafından seçilen teknik her ne olursa olsun, yaratıcı güdüsü, her bir ögenin arkasında yatan sabırlı araştırma ve yansımalarla aynıdır. Ekslibrislerini diğer eserlerinden ayıran tek şey, ilk kıvılcımın genellikle kitap etiketinin gelecekteki sahibi tarafından tetikleniyor olmasıdır – serbest grafikler sayesinde, kıvılcım içten gelir. Bugüne kadar beş yüzden fazla ekslibris yapmıştır ve bunların arasında banal olan, özel bir dokunuş içermeyen bir teki bile yoktur, çünkü ister kolaj ve resim, ister serbest grafik veya ekslibris olsun, Martin’in yarattığı her eser sanatçının araştırma ve yaratıcılık sürecinde yeni ve tek başına ayakta duran birer mihenk taşıdır. Ve bu arada, ilk hologram ekslibrisi 1990 yılında Pim Zwiers için yapmıştır. Ekslibrislerin kronolojik olarak gösterildiği bu sergi daha genel olarak sanatçının yıllar içinde izlediği yaratıcılık yolunu ortaya koymaktadır. Martin Baeyens, gelecek hakkında düşünmek dışında geriye bakmaz. Web sitesinde, gelecekte açacağı sergilerin programının özgeçmişinden önce geldiğini fark ettiniz mi? Web sitesinde erken dönem çalışmalarını bulacağınızı da sanmayınız: sitede gösterilen en eski baskı ve ekslibrisler 2005 yılına aittir. Ve Martin bunu okuduğunda, web sitesi ile ilgili olarak kendisine yardımcı olan oğlundan daha yeni resimler koymasını büyük olasılıkla isteyecektir... Seksenden fazla tek kişilik gösteri, eserleri için aldığı elliden fazla ödül. Bütün bunların yanında, Ghent Güzel Sanatlar Fakültesinde 40 yıla yakın grafik tasarım dersi verdiğini de belirtmem gerek. O tekdüze bir sanat profesörü değil, gençleri düşünme, çalışma ve mükemmele ulaşma konusunda güdüleyen bir kişidir: yakın dönemde yapılan ekslibris yarışmalarında ödülleri kapmaya başlayanlar Baeyens’in öğrencilerinin ta kendisidir. Martin, ileriye bakmaya devam et. Çarkları döndürmeye, sonsuza kadar aramaya ve göz alıcı resimler doğurmaya devam et. Kütüphanemden bir kitap alıp açtığımda ve benim için yaptığınız ve iki çocuğumun resimlerini bütünleştiren bir ekslibris gördüğümde, geçmişe bir dönüş ve geleceğe bir uçuş yaşıyorum ve sanatınızın mucizesi, büyüsünü bir kez daha ortaya koyuyor. Benoit Junod, Cenevre 2006

Alma Evenhuis
Alma Evenhuis (NL)

Martin R. Baeyens master of graphic arts

*Martin R. Baeyens who has an impressive record of service when it comes to exhibitions, is considered a powerful exponent of his time, an narrator of today and tomorrow. He tells his story with an irresistible power of conviction. A story in which constant innovation is what matters most. For he who stands still does not develop. He does not look back in nostalgia, but walks a forward road. He detests the "I am just messing about" principle and demands personal disciplinary involvement both from himself and his fellow artists. Innovation is a necessity, but the personal style has to remain recognisable. *One thing that is new in his present way of working is that he dissociates himself further from the ratio of things. As a result of his personal artistic evolution, which went gradually, he is now capable of "letting go", which brings him back to "square one". He is fascinated by the art of omitting. Using female silhouettes against a background of geometrical structures, shadows in a brightly coloured net of contrasts and lyrical abstract landscapes, he enriches his work with "less is more". All the time he never stops perfecting his personal essence, particularly expressed in the landscape, a theme he has never given up. In all this, his major resources are his great (graphic) skill and experience and his fabulous technique, which are mainly reflected in his serigraphy. *At the start of his artistic career, Martin Baeyens experimented meticulously with all possible techniques. In doing so he experienced in practice the possibilities and restrictions of those techniques. Through graphic design, drawing, woodcutting, engraving and painting he ended up with the technique which - according to what he says - becomes him best : serigraphy or screen printing. A technique he masters magnificently and which reveals perfection that goes far beyond adjusting the various printings and blending the right colours. Almost intuitively he knows the right quantities of paint and the properties of inks that are applied one after another. With unerring exactness he succeeds in adding light among the prints or getting a whole series of shades out of one colour. "The way Baeyens paints, is the way he produces serigraphs. In fact, they are all paintings, one by one" notices Hugo Brutin. Unlike Rappel or Corneille for example, who entrusted the actual serigraphy to others, Baeyens colours himself, till the last moment, the various transparent layers which will form the eventual result. Being present during the entire process is felt by him as an important condition. "You can see the work develop and what’s more important, you can take remedial action when necessary". This is also one of the reasons why he keeps his editions limited. Many exercises, he had to do as a student over and over again, still prove to be useful, for example cutting out "blanks" and afterwards copy them with gouache. This taught him to analyse colours so well that he now instinctively knows what the colours will "do" after he has created the design. *A serigraph is built up slowly by means of successive printings, where each printing is regarded as another drawing. The technical process, however, is a mental process as well, which starts when Baeyens drafts the first lines and in fact does not depart any more from that draft afterwards. The first idea, which comes for instance while he is on the phone or watching T.V., is the basis for the further mental process which is the longer the more focused on the final result and is attended by a sharp "fingerspitzengefühl" as regards the essence of colour and additional colours. Building up a serigraph is an action at least as creative as making a painting. Or as Hugo Brutin puts it : "When you know Baeyens, you know that he himself is fully involved in this realisation. As a matter of fact, the order of the printings and the use of inks determine the transparency. The same way form and content are merged, so are technique and thought, knowledge and the unspeakable intuition in Martin Baeyens’ serigraphs, that are real jewels, precious units grown from many components, testimonies that are rare and not only because of their limited edition." *The central item in Martin Baeyens’ choice of themes is the landscape. Although he is not a pessimist, he worries about the reckless manner in which that landscape is treated. "Flowers or grains are manipulated to such an extent that in many cases nothing is left of the original form", he says. "An upgraded flower sometimes has not even stamens of its own. I find this a worrying development because nobody knows where it will end. In other words : how far is man able and allowed to go when he interferes with nature ?" He expresses that concern in his work, where the accumulation of colours plays an important part. In many of his landscapes there are no human figures; they only show traces of a human presence consisting of road markings and dipsticks. Sometimes there are pyramids which seem to be the only things to hold on to in this "disorder". A feature that often returns are the small coloured arrows which seem to point to supports : a little green spot or a junction of lines. No wide landscape and no forest have escaped exploitation and disintegration by human economy. He shows this in diptychs : brightly coloured double pictures like an open book, the frontiers between two worlds opened to the audience. *Nature and technique have a lot in common, says Baeyens, but they have to balance each other out. That intended balance becomes visible in his work by mixed techniques. He compares genetic manipulation of for instance a flower with the development of a computer network : by means of wirings a certain communication model comes into being. Much of his work shows wires as networks, because he considers it a challenge to confront old components with new ones. Hence he likes using existing documents as background to which he applies new - sometimes unknown - techniques, a combination that has produced some surprising effects. His use of multi‑layer plates from the electronic industry has become a typical Baeyens feature. He covers the copper plates with bundles of lines, dots and junctions. On top of that he applies black varnish on which he paints afterwards. Or he scrapes the varnish layer off so that a dot, a bump or a line is prominently shown. By printing this on an old map for instance he creates the harmony between nature and technique, as meant by him. "By using these "polluted" media he releases plastic possibilities to have the relief of the plate play a part in the essence of the subject, or to have the relief play the part of the ruins of the year three thousand and one night, overgrown with natural elements, where the richness in colours and the extremely aesthetic pictorial attitude all point to a desire for harmony between technique and nature" as observed Mark van Gysegem. *Baeyens accepts modern technique as a matter of course and ineluctable, but that does not mean that you have to accept anything just like that. The use of the computer for instance as an artist’s tool offers many possibilities, but it carries the risk with it that the sentimental value is eliminated. And to him that is not an enrichment. "No computer technique will ever be able to match the atmosphere, the texture, the soul of a good - for not squeezed to death - serigraph." Martin Baeyens does not look back in nostalgia, but walks just one road : forward. In doing so he amply uses the knowledge and influence he meets underway. He is very careful not to come to a dead end in a certain technique or expression and he looks out not to become cliché’s. Continuing to develop is to him a basic condition - probably for life itself - but certainly for his artistic calling, where believe in one’s own is essential. A story can - no, must - come to an end. Just like he closes a marvellous series with the "From the late century" series, which has also to do with the approaching turn of the century, he is already engaged in new work. Compositions in which he leaves nothing to chance, not even in the texts which he uses literally and figuratively to place his writing. And where loving and personal features prevail.

Frans Boenders (B)
Frans Boenders

Notities over het werk van Martin R. Baeyens

1. toeval Niemand begint met een opdracht; die komt altijd later. Het gegevene komt eerst. Ook al weet men niet wie of wat de gever van dat gegevene is. Allereerst daagt de kosmos, met Alles, was der Fall ist. (Wittgenstein). Geschapen of ontstaan? Gewild dan wel toevallig? Ontstaan zou het universum zijn uit de enorme klap van een beginmoment. Daaruit klonterden de sterren, de galaxieën, het zonnestelsel - tot en met de aarde en haar bewoners, mét hun bewustzijn om dat allemaal stukje bij beetje te achterhalen. Miljarden jaren werk! En iedere individuele mens moet dit telkens opnieuw bedenken! Vast staat alvast dat de kosmos vaststaat. Hij valt niet. Hij valt fundamenteel ook niet te veranderen. Enkel min of meer te verklaren, te begrijpen, te denken. De kosmos is zoals hij is: mooi. 'Kosmos' in het Grieks betekent zowel 'orde' en 'wereld' als 'sierlijke orde'. Deze kosmetische kosmos rust in zichzelf en geeft ons daarvandaan de indruk van perfectie. Met die indruk is lang niet iedereen het eens. In zijn meesterlijk dichtwerk De rerum natura schrijft bijvoorbeeld de Latijnse dichter Titus Lucretius Carus: 'Weet ik ook niet wat de aard is der oerelementen, ik durf toch dit wel verzekeren, gegrond op de kennis der hemelverschijnsels, opgemaakt ook uit veel andere dingen: dat deze wereldnooit door de Goden voor ons is geschapen, want zij is nu eenmaal vol van gebreken.' (Boek V, vertaling Aeg.W. Timmerman, Amsterdam, 1984) In weerwil van zoveel epicuristische zekerheid: ook zoveel staat vast: de kosmos is alleszins niet ons werk. Bestaat er een pakkender voorstelling van (bedrieglijke) kosmische harmonie dan de hindoegod Vishnu die, in volkomen rust, dromend ligt op de wereldslang Ananta? 'Ananta' in het Sanskriet betekent 'oneindig'. Deze eindeloze wereldslang beschermt met haar talloze (of zeven) koppen de droom van Vishnu die duurt tot de kalpa of aeone verbruikt is. Teruggekeerd naar de Kosmische Zee spuwt Ananta het vuur dat de hele schepping vernietigt. Dan kan de nieuwe kalpa beginnen. Op die Dag van Brahma ontwaakt Vishnu, klaar om zijn werk van bestendiger van de nieuwe schepping op zich te nemen. Een schepping is altijd onbetrouwbaar. Ze is een opera aperta, een kunstwerk dat open ligt voor talrijke interpretaties. Geen daarvan duidt het exhaustief. Wie immers kent de ware intenties van de kunstenaar, van de Schepper? "Uw raadsbesluiten zijn ondoorgrondelijk,' bidt de mens in diverse religies tot zijn God. En wat verzekert de Schepper ervan dat zijn schepping c.q. schepsel zijn oorspronkelijke bedoeling trouw blijft? Denk aan de opstand van de engelen. Een Schepper die de mens heeft geschapen naar eigen beeld en gelijkenis vraagt om moeilijkheden. Hij kan zich aan alles, ook het onvoorspelbare verwachten. Want een schepsel dat op zijn Schepper lijkt gaat natuurlijk vroeg of laat zelf aan het scheppen! In onze geavanceerde, door wetenschap gevoede technologie lijkt dat ogenblik nù aangebroken; maar in de mythen, literatuur en kunst is het nooit anders geweest. Het schepsel, eens geschapen, schept en vernietigt eigendunkelijk zijn Schepper(s), in woord en beeld. Zulke arbeid, nooit af, levert immers het bewijs van zijn afstamming. Bij de eerste Schepper(s) ligt dat anders. Sommigen onder hen trekken zich, na gedane arbeid, uit hun schepping terug. Ze laten de voltooiing c.q. vernietiging ervan over aan het geschapene. Wijst zulks op een tekort aan verantwoordelijkheid voor de eigen productie of gewoon op vermetel vertrouwen? Maar een echte God weet en voorziet toch àlles? Speelt hier dan de ingebakken luiheid - deus otiosus - van de almachtige dan wel het toppunt van respect voor de (partiële) autonomie van wat uit zulke almachtige handen werd gewrocht? Angst voor oneindige eenzaamheid dan wel zelfloze liefde voor een potentieel gelijke? Bij Shiva, zo lijkt het, speelt geen van beide. De grote hindoegod schept, gewoon omdat die activiteit in zijn wezen ligt. Hij kan niet anders. Zelfs als hij danst schept hij nog! En omdat schepping permanente actie vergt verschilt ze in haar manifeste vorm alleen maar van wat haar tegendeel lijkt: vernietiging. Opdat schepping niet ophoude moét ze zich wel dialectisch verbinden aan vernietiging. Tussen beide manifestaties van dezelfde eeuwige energie bestendigt Vishnu wat zich nu nog toont, maar wat straks verdwenen zal zijn. Straks: een oogwenk later of tijdens de volgende aeone - het verschil berust louter op illusoire waarneming of op de pretentieuze illusies eigen aan de menselijke kennis. In werkelijkheid kan de grond die ik onder mijn voeten voel elk ogenblik in een afgrond veranderen. (Deze gedachte mocht zich nimmer in populariteit verheugen.) Indien de Schepper zich als een luie god uit zijn schepping terugtrekt, keert hij er dan nooit meer naar terug? Hult hij zich in supreme onverschilligheid? Of geeft hij tekens dat het verkeerd zal eindigen indien de schepping anders verloopt dan bepaald naar zijn bedoelingen? Openbaart hij zich daarom in de geschiedenis, stuurt hij daarom profeten, ja, zijn eigen zoon de schepping in? Anderzijds: waarom zou hij zich eigenlijk zorgen maken over een mogelijke ramp waardoor de schepping zichzelf zou vernietigen? Als Schepper kan hij toch zo vaak scheppen als het hem belieft! En als liefde het bestaan van een vrije wil bij het geliefde schepsel veronderstelt, impliceert de eerbied voor het gebruik daarvan dan ook niet de niet-tussenkomst bij de keus van een zijner scheppingen voor zelfvernietiging? Terug naar het toeval! Het toeval kan geen opdracht behelzen aangezien de zaken er evengoed anders hadden kunnen uitzien. Men heeft, anders gezegd, feitelijk geen keus om al dan niet te geloven in het toeval van de kosmos. Gelooft men dat het heelal berust op toeval dan is men zelf, als deel daarvan, ook toevallig. Hoe dwaas, ja hoe onmogelijk zou het dan zijn zonder mandaat een opdracht uit te voeren! Wil men een zin vinden in het bestaan van de kosmos, en zijn eigen efemere plaats daarin, dan moet men wel de noodzaak van het een en het ander inzien. Onder invloed van deze wil (want die is het) rijgen kosmos, natuur en mens zich aaneen tot een betrekkelijk overtuigend tijdelijk en zelfs boventijdelijk geheel. Als ontvanger van het toevallig gegevene én als ontvanger van mezelf zélf een geschenk lees ik nu in Alles, was der Fall ist samenhang, orde, noodzaak, ja: wet, plan en opdracht. Het is allerminst noodzakelijk de noodzaak van universum en mens te aanvaarden; maar de noodzaak aannemen lijkt een noodzakelijke voorwaarde voor de zingeving. Het toeval verdwijnt niet maar het wordt nu een mysterieus en betoverend geschenk. 2. het georkestreerde toeval. Martin R. Baeyens, vrucht van een toevallige coïtus tijdens de Tweede Wereldoorlog. Levenslicht aanschouwd in Melle. Opgeleid en afgeleid in de beeldende kunsten, de grafische technieken en de kunst van het toepassen van ideeën. Heeft zich als leraar in de zogeheten sierkunsten, vormgever, graficus, ontwerper en beeldend kunstenaar gevestigd in het Oost-Vlaamse plaatsje Smetlede. Vijftig mensen spreken zich uit over de mens Martin R. Baeyens. Babylonisch! Deze mens valt te doen. Hij volhardt, ook al blijkt hij onmogelijk. Een opgewerkte doordrijver, ontpopt hij zich als onvergelijkbaar mobiel. Martin is efficiënt. Hij koestert de geheime wens een eminentie te worden (het zal dan wel een witte zijn). Wat valt het sterkst op in zijn toevallige verschijning? De charmeur of de artiste-peintre? Men aarzelt, stelt hem een vraag, nog een, en nog een. Altijd heeft deze babbelaar zijn antwoord gereed. De rappe ritselaar! Kletst hij zich eruit, of juist erin? Werkt hij inspirerend op de jeugd die door hem wordt opgeleid? De bezadigde burger in hem kan erg verrassend uit de hoek komen, niet het verdomhoekje maar de onverwacht scherpe hoek van de doorduwende doordrijver. Die altijd, draai of keer het zoals je wil, zijn zin krijgt. Precies door de extraverte warmte die hij uitstraalt. Hij pakt je in terwijl je er kritisch bijstaat. en hij lacht je nog beminnelijk uit ook. Vanachter zijn bolle brillenglazen, met de ogen van een uitgeslapen Tijl Uilenspiegel. Hij, een thinker? Daarvoor babbelt hij teveel, met schitterend geveinsde oprechtheid. Joviaal, joviaal! Deze man is een aal! Een spirituele kronkelaar, een deftig geklede duitendief die je asem op een kilometer afstand ruikt en zich aanpast aan je wensen. U vraagt? Wij draaien! Deze mens weet wat jij wenst, nog vooraleer jij het zelf wist. Zo voorkomend! Zijn directheid snijdt de sceptische adem de pas af. Zijn rechtlijnigheid tracht zijn bochtige brein buiten spel te zetten. Hij voert een strijd met zichzelf, onmerkbaar, onzichtbaar. Van binnen stuift het, langs buiten is alles rust, controle, harmonie en beminnelijke beschaving. Zie maar: er staat niet wie daar staat, de perfectionist maskeert een bommengooier van de geest. Hij speelt niet voor Groot Kunstenaar. Toont zich een ijverige dienaar van wie het voor het zeggen denkt te hebben. (Maar deze mens neemt subtiel weerwraak op zijn valse vrienden door altijd, altijd zijn vormen op te leggen - zie de doorduwende doordrijver hierboven.) Geen hypocriet, wel een samengestelde persoonlijkheid die niets laat zoals het was en een spoor van twijfel zaait; hokjes vernielt; stijlen persifleert; hout maakt van alle pijlen. Deze mens streeft naar esthetiek. Zoals het een poète betaamt. Als torenwachter wendt hij zijn adelaarsblik aan voor de evenwichtige opbouw van zijn composities. Bewust en cerebraal. Toch vloeit alles terug naar waar het vandaan is gekomen: de natuur. Hij geeft het landschap strepen van kleur. Onvermoeibaar snijdt hij vlakken uit de werkelijkheid. Hij herleidt de kosmos tot een intrigerende leegte, doorkruist met grillige groeven. Stopt de wereld in een doosje, schudt ermee. Hij is, als altijd, bij de pinken. Snuffelt aan de poeha van de pop art en gaat weer voort. Snijdt uit, sabbelt aan silhouetten. Schuift vrouwen in de vorm van het landschap. Een verholen romanticus? Martin R. Baeyens vouwt de wereld tot visie. Driehoeken en vierkanten staan op uit de natuur. Hij perfectioneert haar vormen, ontpopt zich als een verbied-mij-nietje dat alles naar zijn hand zet onder het mom dat het verboden is te verbieden. Verlaat kind van mei 1968? Steeds esthetischer: welkom Egypte; dank u, Japanse lakken! Samen in cirkels. Het toeval valt samen met de gewilde vorm. Deze mens bundelt lijnen samen in mixed media. Neemt foto's van planten. Overschildert. Ukiyo-e wijst hem op de satori van panoramische vista's van de ziel. Kerven, tot op de nerven! De kalligrafie kakelt op het schilderij. In het midden een venster om vrij te kunnen ademen. Leegte verschijnt te midden van gedrukt, gebruikt papier. Een trekpen schildert, de schilder tekent met zijn pen. Graficus, graficus, would-be botanicus. Martin R. Baeyens kiest een plattegrond en maakt er een landschap van. The map is not the landscape. Zei Alfred Korzybski. Maar Baeyens bewijst uit het ongerijmde dat, onder zijn hand, de landkaart zich ontvouwt als landschap. Wat zich sluit, opent hij. Wat donker wil blijven, scheurt hij open. Hij schuift er wit en wat kleuren in. Het vormloze wordt vorm, het kleurloze kleur. Hij is 'een schepper die een warme golf over de stad laat varen' (Paul van Ostaijen). Hij mompelt ons toe, 'From the Late Years of the Century': de memorabilia, de uitgerekte herinneringen ('Expanded Memory'), de gedemonteerde transistorradio, de met kernafval vervloekte wateren ('Nuclear Waters'), de streepjescodes, weerstanden en synapsen. Deze mens speelt met het toeval. God mag dan niet dobbelen volgens Einstein; Baeyens lokt het toeval in zijn val: spel met voorbedachten rade en met de meligste materialen. Op een plooibare plaat van kunststof tekent zich een intrigerende koperstructuur af. Baeyens gaat dit lamlendige product van het technische vernuft te lijf met zijn vernuft, en met zijn materialen: vetkrijt, acrylaten, autolakken, spuitbussen. Hij gaat de weg terug. De techniek - vernuft - dient om de natuur - toeval - te herscheppen. Het toeval, hervonden, krijgt de zorgvuldigheid van kunst. Martin R. Baeyens: orkestreren is zijn vak. Zoals uit het koper in de orkestbak de peinzend-fluwelen klanken van het woud blazend worden getoverd, zo stijgen in Baeyens' werken vlakken uit de branding van de zee. Opstijging, zwelling en verschijning. Alles wordt. Het ontstaat. Genesis. Wording. Schepping: oervormen, planten, het water van de wereldoceaan, het heelal. 3. toeval en landschap. Millennia lang heeft de mens de natuur naar zijn hand gezet. Hij heeft waterlopen verlegd, vernauwd en verbreed. Heuvels groef hij af, gleuven vulde hij op. Zeeën dijkte hij in. In tuinen ziet men de vaak bevalligste bewijzen van 's mensen bemoeizucht met de natuur, die hij fatsoeneert naar zijn verbeelding en middelmaat. De mens, zelf natuur, voelt er zich boven verheven. Daarvandaan denkt en doet hij haar niet zelden geweld aan. Zijn geweld. Misschien is kunst de opperste verkrachting die de mens zijn eigen moeder aandoet. Toch had niet daarom de Griekse wijsgeer Plato van de kunst geen hoge pet op. Nee, dat lag aan Plato's vreemde gedachte dat al wat zuiver en echt en waar is alleen maar gedachte is. Wat de mens, dat wezen met zijn onvolmaakte middelmaat van een lichaam, daarvan ziet is enkel afspiegeling: schone schijn van een eeuwig volmaakte idee. De kunstenaar maakt zich interessant door schone schijn vàn die schone schijn te maken. Hij maakt aftreksels van wat zelf al aftreksel was. Staande voor een zeldzaam onverkracht landschap hoort men wel eens de verzuchting dat geen kunst aan de schoonheid van de natuur kan tippen. Hoeft dat? Geeft kunst zichzelf de opdracht de natuur naar de kroon te steken? Blijft ze dan niet in haar eeuwenlange imitatierol vastzitten? Vanuit een eng begrepen emulatie streefden generaties beeldende kunstenaars naar natuur-getrouwe nabootsing. Terwijl een eerlijke dialoog voor de schildershand lag! Elk mens draagt immers zijn eigen innerlijke landschappen met zich mee. Na enige training kan men die oproepen. Zulke intieme, meditatieve, niet naar een objectieve buitenwereld verwijzende zielenzichten, gelijkwaardig met de mooiste landschappen daarbuiten, kunnen in en met kunst dialogeren. Martin Baeyens is niet de schilder en graficus van de dialoog tussen het innerlijke zielenlandschap van de romanticus en de natuurbeschrijving van de wetenschapsmens. In zijn kunst schort hij het oordeel op. Daar wil hij niet kiezen voor of tegen een zuivere, ongerepte natuur noch voor of tegen de (vermeende) terreur van de technologie. Baeyens beseft dat de geschiedenis al te vaak aan de natuur of de kosmos heeft toegeschreven wat feitelijk het werk was van de beschavende mens. Hij is verstandig genoeg om in te zien dat de zogeheten natuurwetten slechts eeuwig en onveranderlijk zijn voor het menselijke bewustzijn: ze zijn het werk van de mens, van zijn wetenschappelijke waarneming. Beantwoorden zulke wetten aan een eeuwige, onveranderlijke natuurlijke orde? Bestaat de natuur welbeschouwd niet veeleer ataktos, zoals de Grieken zegden: als het domein van chaos, onbetrouwbaarheid, wetteloosheid? Het Griekse fusis, afgeleid van het werkwoord fuo (groeien), wijst op het organische, onvermijdelijke proces van groei en verval. De natuur is het ruwe materiaal waarmee de menselijke geest werkt, waarop hij arbeid verricht, waaraan hij zijn 'wetten' oplegt. Heeft de intensieve mentale en manuele roofbouw nu juist niet de natuur van zichzelf vervreemd? De wanorde van de natuur mag dan goeddeels gefatsoeneerd zijn en onder menselijke controle gebracht, daarmee is ook de natuurlijkheid zelf van de natuur verdwenen. De natuur, naar 's mensen hand gezet, is haar monumentale, indrukwekkende wetteloosheid kwijt; ze moet voortaan als minder valide beschermd worden. Waar is haar vreesaanjagende grootsheid van weleer gebleven? Martin Baeyens weigert in zijn kunst een oordeel te vellen voor of tegen de techniek als vernielster van de natuurlijke natuur. In zijn grafiek of schilderijen duikt het door de mens gemaakte - een stalen plaat, een piramide - vaak op uit de woeste diepten van de zee, pardoes in het landschap. Staal snijdt de kosmetische kosmos. De wereldoceaan verschijnt in plakken. Maar de mens, uitvinder van piramiden en staal, blijft afwezig! Geschrapt uit Baeyens' structuralistische visie! Baeyens geeft zijn kijkers een tijdloos want conflictloos beeld van natuur en techniek. Hij neemt geen stelling in het eeuwenoude debat tussen nature en nurture in. Natuur en techniek blijven samen, maar eenzaam als een oud stel dat elkaar niets meer te vertellen heeft. Een neutraal naast elkaar, constructief noch destructief, dat geen dialoog suggereert. Uiteraard kwam van beide werelden de natuur eerst; maar nu is ze versneden, gefragmenteerd door de heers- en verdeelzucht van de mens. Verkaveld en afgesneden: zo rijzen Baeyens natuurvlakken op vanuit hun elektronisch gedrukte achtergrond dan wel vanuit landkaarten die sedert lang hun betrouwbaarheid verloren. Martin Baeyens benoemt de natuur niet langer, al schildert hij haar ook niet grauw laat staan verdoemd af. Ze is niet meer alfa en omega van het menselijke bestaan - maar ze blijft esthetisch, ook al laat haar kosmetica zich voortaan door de technologie sturen. En de mens, de uitvinder, de kunstenaar? Heeft hij nog een opdracht? Schept hij voort? Baeyens geeft ook op zulke vragen geen antwoord maar suggereert 's mensen onbeduidendheid door hem uit het beeld te houden. 4. toeval en grafiek. Toeval, technische vaardigheid en artistieke resultaten vallen niet te scheiden. Men kan weliswaar één van de drie aspecten van het kunstvoorwerp sterker beklemtonen dan de andere twee, maar een algehele scheiding brengt een onaanvaardbare verarming teweeg die finaal moet leiden tot de verdwijning van het verschijnsel kunst. Er bestaan historische perioden waarin kunstenaars zich afkeren van het ambacht en de techniek om zich uitsluitend op het denken en de schepping te richten. Zoals in de zuiver conceptuele kunst overduidelijk is gebleken, leidt zo'n misprijzende en zelfverheerlijkende houding tot zelfvernietiging. Kunst die op geen enkel kunnen steunt, houdt op kunst te zijn. Sommige artiesten trachten het roemloze aangekondigde einde van de kunst op te vangen door te decreteren dat niet zij zelf ophouden kunstenaars te zijn maar dat juist iedereen de kunstenaar die in hem sluimert tot ontplooiing kan brengen. Demagogie? Verkrachting van zinledig geworden termen als 'kunst' en 'kunstenaar'? Oproep tot een radicale democratisering van de kunst? Iedereen is gelijk voor de kunst en de kunst is gelijk voor iedereen! In feite roepen zulke artistieke Gleichschalter op een stap dichter te zetten richting anonieme, totalitaire maatschappij. Helaas voor de politici: kunst heeft niets met democratie te maken. Kunst vindt zin en betekenis in zichzelf. Democratie is de moeizame organisatie van de maatschappij die erop gericht is ieder individu zijn eigen zin en betekenis te laten verwezenlijken, zonder in onoverkomelijke conflicten met andere individuen verstrikt te raken. Daartoe moet de democratie een vorm van controle uitoefenen over de wederzijdse verhoudingen tussen de diverse zingevende systemen of ideologieën. Kunst daarentegen onttrekt zich door haar wezen zelf aan ideologie, controle en democratie. Kunst is vrijheid, zij het een vrijheid die niet kan beperkt blijven tot de makers ervan. De oproep tot vrijheid en ontvoogding, besloten in elk kunstwerk, richt zich ook tot zijn beschouwers en zijn gebruikers. En toch. Hoewel kunst zich onttrekt aan elke nutsfunctie bestaat ze, eens geschapen, niet alleen meer voor zichzelf. Het is een zaak van de beschaving dat zoveel mogelijk individuen kennis van haar nemen. Bovendien laten sommige kunstvormen hun vrijheid vrijwillig inperken. Zo is de toegepaste grafiek een ten dele gebonden kunst. Ook veel oude schilder- en beeldhouwkunst liet zich beperken door de vraag van haar opdrachtgevers. Grafiek is altijd mede de vrucht van vakmanschap. Immers, zonder een gedegen kennis van grafische technieken lijkt het onmogelijk een goed graficus te worden. Juist in de grafiek liggen ambacht en artistiek surplus dichter bij elkaar dan in de schilderkunst, misschien ook dichter dan in de beeldhouwkunst. In de moderne schilderkunst kan men talrijke artiesten aanwijzen die niet langer in staat zijn de verschillende vaardigheden van de academisch gevormde schilder in hun werk toe te passen - maar die desniettemin voortreffelijke schilders zijn geworden. In de beeldhouwkunst, zeker in de moderne monumentale beeldhouwkunst, hoeft men niet alles zelf te boetseren, smeden, gieten, snijden, kappen of lassen om goede sculpturen te maken. Maar in de grafiek is het niet aanvaardbaar dat een kunstenaar een droge naald, een gravure, een mezzotint ontwerpt die iemand anders in de metalen plaat zou hebben gekrast of uit het houtblok gesneden. Grafiek biedt de gelegenheid zowel in volledige vrijheid te komen tot een kunstwerk als het vervolgens aan enkele tientallen, soms een paar honderden mensen in bezit te geven. Reproducties van een schilderij of een beeldhouwwerk, hoe interessant en democratisch ook, geven nooit een volmaakt duplicaat van het echte schilderij, de echte sculptuur. Terwijl vermenigvuldiging door middel van afdrukken nu juist tot het wezen zelf van de grafiek behoort. Grafiek bestaat niet als uniek autografisch exemplaar - al is het natuurlijk zeer wel mogelijk dat brand en vernieling nog maar één enkel exemplaar hebben overgelaten. Grafiek is slechts een afdruk, per definitie niet de enige, die verwijst naar iets oorspronkelijks en enigs waarvan het is afgedrukt: dat unicum is juist geen grafiek: het is slechts het middel tot de afdruk of prent. De paradox van de grafiek bestaat erin dat het de kunst van de afdruk is. De afdruk sluit maximaal het toeval uit dat in het moderne schilderij, in de tekening en zeker in de droedel een belangrijke plaats inneemt. In tegenstelling tot een tekening of een schilderij brengt de grafiek geen voorstelling, afbeelding of vormengroep die samenvalt met de materiële substantie waaruit ze bestaat. Grafiek, onmogelijk zonder de materiële drager waarin de vormen zijn gegrift, moet zich terzelfder tijd definitief daarvan losmaken vooraleer het grafiek kan heten. Als graficus legde Martin Baeyens zich al in de jaren zestig toe op de exlibriskunst. Hij graveerde aanvankelijk zijn boekmerken in hout maar in de tweede helft van de jaren tachtig schakelde hij over op de zeefdruk, een techniek die hij inmiddels volkomen beheerst. Dat wil volgens Hugo Brutin zeggen 'dat hij niet alleen het metier maar ogenschijnlijk op het gevoel, het aanvoelen of het bijna instinctief weten af de juiste dosering van de kleur of de verf kent en het karakter van de elkaar volgende inkten, het resultaat van een herhaald overlappen kan voorzien, de wegen heeft ontdekt die het licht kiest om tussen de passages of de drukken door aanwezig te blijven en het totaalbeeld te bezielen.' Kortom: Baeyens heeft het toeval in de hand en vormt het om tot kunst. De naaktheid van de lijn, vanouds het enige wapen van de graficus, heeft hij gekleed met het coloriet van de schilder. Toch blijft ook bij Baeyens de lijn belast met ongeveer alles: vlakverdeling, invulling van de verdeelde vlakken, representatie van figuren dan wel suggestie van een ideëel universum, schepping van een abstracte vormentaal, evocatie van ruimte, stemmingen, ontroering en poëzie. In afwezigheid van de mens want Baeyens liet, al spoedig in de ontwikkeling van zijn artistieke wereldbeeld, het landschap de vrouwelijke profielen en silhouetten verdringen. Niets in zijn kunst mag de beschouwer afleiden van de fundamentele vraag naar de toekomst van de kosmos, onze wereld, de natuur. Het lijkt alsof Baeyens ons aanmaant tot een rigoureuze meditatie. Ook tot een essentiële esthetiek? Dat is althans het oordeel van Hugo Brutin: 'Het beeld van de verlaten wereld die oordeelkundig aangebrachte punten van contrast draagt mag indrukwekkend worden genoemd en enigszins somber, maar getuigt toch ook van een esthetische ingesteldheid. Die dualiteit - naast andere - kenmerkt trouwens het gehele oeuvre van Baeyens.' Maar misschien bestaat Baeyens' diepste dualiteit in zijn vitale aarzeling tussen toeval en kunst.

Pieter Burggraaf
Pieter Burggraaf (NL)

Publicaties uit het tijdschrift Exlibriswereld

Interview met Martin Baeyens Ik was bij Martin Baeyens op bezoek. Praten over zijn werk en vooral er naar kijken. “Hier ligt de neerslag van mijn inspiratie “, zegt de kunstenaar–docent. Met enige trots laat hij ook grafisch werk van zijn studenten zien. Met hen werkt hij aan de Gentse Academie voor Schone Kunsten. Martin praat daarover met verve en vertelt van een afstudeerproject dat volledig over het exlibris gaat. Ook dat deel van ons treffen is boeiend, maar het gesprek krijgt een open eind als ik zeg: “Het is jammer dat je die examinandi en prijswinnaars haast nooit meer terug ziet met een exlibris.” Ik heb namelijk geen weerwoord op zijn reactie: “Dat komt omdat jullie geen opdrachten geven.” Ik denk na over de botsing, temeer ik enige tijd geleden ook al van een grafiekkenner hoorde dat hij zich zorgen maakt over de toekomst van het exlibris. “De vereniging moet het als haar rol zien om te verkennen waar het met het exlibris naar toe gaat”, vond hij. Dus praten. Ik vraag Martin om in een interview het onderwerp door te lichten. Op de ruildag van onze vereniging, in het Nederlands Steendrukmuseum te Valkenswaard, wijdden we er tijd en aandacht aan. Wellicht kunnen we een begin maken door eens na te gaan hoe vanuit de opleiding het exlibris ‘in the picture’ gebracht wordt. “ Dat is erg verschillend. Ik kan voornamelijk over de Belgische wereld praten. Het is beslist geen verplicht nummer. Het exlibris is ook niet altijd een even gewaardeerd onderwerp en ook wordt niet verwacht dat het in de opleiding een plaats krijgt. Van groot belang voor de aankomend kunstenaar is wie je in je opleiding als docent hebt. Welke stimulans daarvan uit gaat. In mijn situatie, dat was in 1966, stond daar Gerard Gaudaen, die ons als het ware dwong een exlibris te ontwerpen en te snijden. Vraag me niet hoe we op zijn opdracht reageerden! Stel je voor: wij jonge artiesten die de wereld van de avant-garde zouden betreden, moesten een exlbris, zo’n duf verhalend prentje, in zwart-wit, soms heraldisch en al maken. Wij stonden klaar om grootschalige kunst te creëren, veelkleurig en pretentieus! Op onze tegenwerpingen reageerde Gerard: ” Ik vraag niet om in die traditie door te gaan. Maak iets groots in alle opzichten. Maak het opzettelijk en laat ogen en benen maar door het beeld steken, of zweven.” Ik heb het tenslotte uit compassie met mijn prof toch gedaan. Het werd een abstract boekmerk, in hout gesneden. En nu, na 38 jaar, en na 500 exlibris op mijn naam, wat ben ik hem nu dankbaar! Ik probeer mijn studenten tot een zelfde poging aan te zetten. Sterker: de opdracht een exlibris te maken wordt door de studenten reeds als een normale opdracht aanvaard; het wordt hun op een zeer actuele manier uitgelegd en toegelicht met goede voorbeelden.” “Een ander verhaal is: Hoe wordt die grafische kunstenaar in de exlibriswereld verwelkomd? Ik mag nog eens mijn eigen historie nagaan. Jaren later werd ik gevraagd op een ruilbeurs van Graphia te komen. Ik ben er geweest en besloot nooit meer zo’n bijeenkomst te bezoeken. Verlaten en doelloos liep ik tussen het publiek, dat geen enkele interesse had in een veelbelovende, talentvolle kunstenaar, die de wereld wilde veroveren en zou veranderen. En dat verhaal hoor ik nog. Zelfs als de jonge mensen zijn uitgenodigd om een prijs voor een wedstrijd in ontvangst te nemen… Het publiek klapt beleefdheidshalve en een enkeling zegt iets over het vertoonde, maar niemand vindt zijn werk echt interessant. Men gaat over tot de orde van de dag en die is het beschouwen van gedateerde kunst. Laat staan dat er een opdracht voor een moderne exlibris wordt uitgegeven.” Je zegt daar: “Een modern exlibris”. Wat wordt daar in het algemeen gesproken onder verstaan en aan welke voorwaarden moet een exlibris volgens jou voldoen? “Laat ik vooreerst zeggen dat ik met een beginsel voor alle tijden kom: De tekst moet deel uitmaken van het beeld en tussen beide moet een evenwichtige verhouding bestaan. Dat is voor de grafische ontwerper zowel een opgave als een uitdaging. Hij moet de wensen van de opdrachtgever, de aanduiding van het boek als zijn bezit en de gedachte die hij daaraan wil geven, vertalen op een klein stukje papier. Voor mij staat daarbij niet het gebruik van een bepaalde techniek voorop. Maar we leven in het digitale tijdperk. Daarbij hoort dat de computer ons helpt het exlibris te creëren. Tegelijkertijd is het belangrijk dat de exlibriswereld oude en traditionele waarden overeind houdt. Dus, let wel, het moet niet het computer generateddesign zijn. Ik denk dat het goed is dat een zekere tijd zijn ontwikkelingen gebruikt. Ik zie dat ook met de zeefdruk. Die wordt, omdat die technisch gezien vooruitgangen geboekt heeft, ook meer benut. Dat is de techniek, maar even gewichtig is dat het beeld van het moderne exlibris ook de tijd waarin we nu leven weergeeft. We bewegen ons op andere vlakken dan dertig of veertig jaar geleden. De kunstenaar vertegenwoordigt die. Vraag hem dan niet om terug te keren naar een verleden dat hij niet kent. Als hij dat toch doet, moet, gaat hij imiteren. Er is niets tegen de mooie plaatjes van toen, maar die werden indertijd gemaakt, uit de toen levende behoeften en met de toenmalige opvattingen van het weergeven van de werkelijkheid. We maken Kunst!” Noem eens, buiten jezelf om – want je beschouwt je toch ook als een vernieuwer op het vlak van de exlibris?- zulke kunstenaars? “Ik ga me niet in beoordelingen van goed of slecht begeven. Ook al om te voorkomen dat ik criteria van ambachtelijkheid inbreng. Ik wil alleen namen noemen, die me in het kader van het moderne exlibris erg aanspreken: dat is in Nederland Cees Andriessen. Verder op zijn dat: Viola Tycz uit Polen en Claudio Lara, Argentinië. En ja, ik vind, dat mijn werk ook anders is dan het doorsnee exlibris, waarvan de technische kwaliteit soms bijzonder hoog is, maar niet raakt aan deze tijd. En dat vind ik jammer.” Ik begrijp dat je je in de wereld van exlibris niet direct als een vreemde, maar wel als uitzonderlijke vogel voelt worden aangezien? “Ik wil dat niet zozeer persoonlijk duiden, want ik heb heel veel contacten. Maar het is wel de ervaring van nieuwe kunstenaars. Hun grafische leefwereld wordt nog niet geaccepteerd. Slechts enkele verzamelaars geven ruimte aan een nieuwe opvatting, een nieuwe kijk op het exlibris. Vaak krijgen jonge kunstenaars te horen: maar niet een cgd, of geen zeefdruk. Zelden zegt men -natuurlijk moet er wel vanuit de intentie van de opdrachtgevers gewerkt worden-: Het gaat om dat thema, om die bedoeling en maak het exlibris vanuit jouw kijk, met de techniek die jij beheerst of daarbij vindt passen, of waarmee jij het best mijn idee tot zijn recht kan laten komen. Wat ook jammer is, is dat die nieuwe exlibris weinig gepubliceerd worden in de periodieken van de exlibrisgezelschappen. Je vindt de aanwinsten in moderne stijl voornamelijk in exposities van wedstrijden, of in de catalogi ervan, maar weinig staan ze in de verzamelaartijdschriften. Dus de liefhebbers van het moderne exlibris komen daarin ook weinig aan hun trekken. Dat wordt door de jonge kunstenaars natuurlijk gevoeld. De exlibrisliefhebbers zouden er meer alert op moeten zijn de nieuwe generatie exlibrismakers binnen hun kringen te halen. Bij hen is de toekomst van het exlibris zeker.” Volstaat de aanduiding ‘exlibriskunstenaar’ nog wel? “Ikzelf spreek in de opleiding van de ‘grafisch kunstenaar’, die in mijn optiek dan ook oog heeft voor het exlibris. Voorwaarde voor het maken van een goed exlibris is namelijk, dat men grafisch kunstenaar is en op alle vlakken van het vak bekwaam moet zijn. Een kunstenaar weet zelf wel dat er aan het maken van exlibris aparte eisen gesteld worden. Kan hij daaraan niet voldoen dan moet hij zich ook niet zetten tot het maken van een exlibris, en de opdrachtgever moet dan niet aandringen. In het algemeen zeker, en bij het exlibris in het bijzonder, moet de grafisch kunstenaar zich eerst afvragen: wat is er al gedaan, wat kan ik nog doen? Vereist is dat men niet iets eigens op een oude manier gaat verwoorden. Net zo als het essentieel in het exlibris is om dat wat geen functie heeft, weg te laten.” Hoe brengen we die noodzakelijke kijk op het exlibris van de toekomst aan de man? “Educatie, hè? Ik noemde de stimulans van een man als Gaudaen al. Hij was zelf in zijn werk niet bepaald een vernieuwer, maar hij stimuleerde de vernieuwing wel – als geen ander, zou ik haast zeggen. Hasip Pektas uit Turkije is daarvan ook een voorbeeld. Hij heeft de verdienste het exlibris uit niets zeer bekend gemaakt te hebben. In de jongste cgd-exlibriswedstrijd werden meer dan 500 exlibris uit Turkije ingestuurd. De tijdschriften zouden ook meer vanuit die optiek moeten worden samengesteld. Natuurlijk, oog hebben voor het mooie wat gemaakt is, mag er zijn. Maar bij de presentatie van exlibris, die in deze tijd gemaakt worden, mag best gewezen worden op de uitgangspunten, die de maker hanteerde, goed of fout. Kan er kritisch aangegeven worden waarom een prent niet eigentijds is, kopie is, of zelfs geen grafiek in de enge zin is. Misschien zit die uitvoerder ook wel te wachten op stimuli tot het maken van eigentijdse grafiek. De klant is vaak bij hem koning, neem hem dat eens kwalijk. Maar objectief gezien: gediend zijn we niet met zo een houding. Dat dwingt de kunstenaar niet tot een andere sfeer en andere dimensies in het exlibris. En, misschien is dat nog kwalijker (want de kunstenaar weet het eigenlijk wel), dat laat de exlibrisliefhebber in het bekende vet sudderen en houdt een andere kijk op het fenomeen – in overeenstemming met de tijd – tegen.” Nou vind ik, dat ik nog even moet opkomen voor de verzamelaar – van de mooie plaatjes, voor de duidelijkheid. “Oh, wacht even, daar heb ik geen kwaad woord over willen zeggen. Waar het mij om gaat is niet, dat zo’n bezit veronachtzaamd moet worden, of dat u daarvan niet mag genieten. Nee!. Dat schitterende exlibris van toen mag een plaats hebben. Ik ben zuiver en alleen ingegaan op uw beginopmerking:’ Waar blijven die nieuwe exlibriskunstenaars toch?’ Dan zal u ze bij uw werk moeten betrekken, hun opdrachten moeten geven en niet zo krampachtig moeten reageren op nieuwe vormen van grafische uitingen, zoals u zei dat dat gebeurt..”

Johan Bosschem
Johan Bosschem (B)

Martin R. Baeyens Frontman in Exlibriskunst inleiding

‘Less is more’, Martin is de Mies van der Rohe van het grafisch beeld en de Rem Koolhaas van het geïnterpreteerde beeld Johan Bosschem, Begur, juli 2008 Er is mij als collega docent gevraagd om een voorwoord te schrijven voor deze publicatie die in het najaar wordt uitgebracht. De publicatie komt er naar aanleiding van het op rust gaan Martin Baeyens als artistiek docent aan de Koninklijke Academie voor Schone Kunsten Gent (KASK), Martin was 40 jaar docent in de KASK. Ik ben vereerd, maar beschouw dit evenzeer als een aartsmoeilijke opdracht Aan mijn schrijftafel op een terras boven Kaap Begur, kijk ik uit op de grijsblauwe Middellandse zee en de schitterend getormenteerde roestbruine Catalaanse rotskust. De Tramontana is wat geluwd maar de horizon blijft ijzingwekkend scherp en de lucht is rood. Wat een dramatisch moment om in dit schitterend avondlicht te schrijven. Dit is een emotioneel moment omdat het mij nu pas ten volle doordringt dat een dierbare collega ,maar vooral een vriend waarmee ik meer dan 14 jaar in het afstudeerjaar van de Grafische vormgeving heb samengewerkt, plots de KASK verlaat; niets zal nog hetzelfde zijn. Eén zaak is zeker,het zal een stuk stiller worden in deze eerbiedwaardige instelling. Een gedreven leermeester, een begeesterd organisator, een doordrijver, maar vooral een man die geen enkel probleem ongestoord kon laten liggen verlaat onze ateliers. Martin de diplomaat, als coördinator wist hij de rust en de werksfeer binnen de grote groep van eigenzinnige docenten in de afdeling te beheren. Martin de visionair, die eigenzinnig en bijna onopgemerkt deze afdeling uitbouwde tot wat ze geworden is, maar vooral Martin de leermeester voor wie de student steeds voorrang kreeg, zijn scherpzinnige kritiek voor compositie, detail, evenwicht, spanning, kleur en esthetiek, niemand kon beter dan Martin in één oogopslag positieve kritiek geven op een artistiek werk. Voor mij is Martin één van de leraars die de identiteit van de Gentse Academie mee heeft helpen bepalen, het is iemand die verknocht is aan deze instelling en vooral aan ‘zijn’ afdeling grafische vormgeving. Het is iemand die deze afdeling heeft gemaakt tot wat ze is, de grootste afstudeerrichting van de beeldende kunst van KASK, gewaardeerd en geapprecieerd door de vele afgestudeerden en door de professionele wereld van de vormgevers. Hij heeft de afdeling grafische vormgeving van KASK renommee en prestige gegeven in binnen- en buitenland. Hij heeft er een aantrekkingspool van gemaakt voor vele Vlaamse en buitenlandse studenten die er kwamen studeren. Martin Baeyens wordt gevraagd door tientallen universiteiten over de gehele wereld voor het geven van workshops, lezingen of als gastdocent. Martin is in het buitenland een graag gezien ambassadeur voor de afstudeerrichting ‘Grafisch ontwerp’.) Opgeleid in de beeldende kunsten, de grafische technieken en de kunst van het toepassen van ideeën, heeft Martin Baeyens zich als docent in de grafiek, toegepaste kunst, grafisch vormgever maar vooral als beeldend kunstenaar gedurende 40 jaar met hart en ziel, met toewijding ontfermd over de opleiding van honderden studenten in de beeldende kunst. Het is op deze werkplek dat ik Martin leerde kennen, als een schitterend leermeester, als een organisator, maar vooral als mens.) Frans Boenders sprak zich ooit uit over de mens Martin R. Baeyens, hij vond dit niet eenvoudig, hij stelde ‘deze mens valt te doen. Hij volhardt, ook al blijkt hij onmogelijk. Een opgewerkte doordrijver, ontpopt hij zich als onvergelijkbaar mobiel. Martin is efficiënt. Wat valt het sterkst op in zijn toevallige verschijning? De charmeur of de artiste-peintre? Men aarzelt, stelt hem een vraag, nog een, en nog een. Altijd heeft deze babbelaar zijn antwoord gereed. De rappe ritselaar! Kletst hij zich eruit, of juist erin? Werkt hij inspirerend op de jeugd die door hem wordt opgeleid? De bezadigde burger in hem kan erg verrassend uit de hoek komen, niet het verdomhoekje maar de onverwacht scherpe hoek van de doorduwende doordrijver. Die altijd, draai of keer het zoals je wil, zijn zin krijgt. Precies door de extraverte warmte die hij uitstraalt. Hij pakt je in terwijl je er kritisch bijstaat. en hij lacht je nog beminnelijk uit ook. Zijn directheid snijdt de sceptische adem de pas af. Zijn rechtlijnigheid tracht zijn bochtige brein buiten spel te zetten. Hij voert een strijd met zichzelf, onmerkbaar, onzichtbaar. Van binnen stuift het, langs buiten is alles rust, controle, harmonie en beminnelijke beschaving. Martin is een perfectionist. En dan is er natuurlijk Martin Baeyens, de beeldend kunstenaar, door enkele gefrustreerde kunstpausen misprezen maar door zo vele anderen geprezen en gewaardeerd. Vooral internationaal krijgt Martin nu de eer toe die zijn werk toekomt als actief kunstschilder, grafisch kunstenaar en vormgever. Met meer dan 100 solotentoonstellingen, 844 participaties aan groepstentoonstellingen over de gehele wereld en 91 internationale prijzen zijn er weinig Vlaamse kunstenaars die dat evenaren. Geen half jaar gaat voorbij of Martin’s werk wordt her of der internationaal geprimeerd. Daarnaast neemt hij in de ex-libriswereld een heel bijzondere plaats in, zo realiseerde hij tot op de dag van vandaag 578 ex libris. Met zijn ex-libriswerk wil Martin Baeyens een nieuwe bijdrage leveren. Hij wil geen beelden maken, maar kunst. Hij is als de dood voor herhaling. Zodra een techniek is uitgeprobeerd of een idee is uitgedrukt, wil hij verder. Hij wil een kind blijven van zijn tijd. Kunst vindt hij pas authentiek als die direct is geënt op de tijd waarin je leeft. Voor mij blijven de herinterpretaties van het beeld van een landschap, van de zee of gewoonweg van een objèt trouvé als drager , fascinerend in het werk van Martin Baeyens. Een ‘banaal’ beeld,- of is het toch niet zo banaal,- wordt plots gesublimeerd met een subtiele ingreep, een lijn, een kleurvlek, een textuur, een krabbel; dit alles juist geplaatst, niets te veel, niets te weinig, juist gedoseerd … ‘Less is more’ , Martin is de Mies van der Rohe van het grafisch beeld, maar hij verheft evenzeer de banaliteit van een drager tot een subliem beeldend werk, dus is hij ook de Rem Koolhaas van het geïnterpreteerde beeld. Een schitterende dualiteit dat het werk subliem en sterk maakt. Als architect werk ik vaak samen met beeldende kunstenaars die een kunstintegratieproject realiseren in één of andere publieke ruimte van mijn projecten. Het is een schitterende ervaring om binnen je eigen werk met een ander creativiteitsproces geconfronteerd te worden, het creatieproces van een kunstenaar die ongestoord de confrontatie aangaat met je eigen denkproces en ruimtelijk werk is een delicaat gebeuren. Voor het eerst gaan Martin en ik samen een project realiseren in een openbaar gebouw te Kortrijk, ik kijk uit naar de confrontatie, maar ik ben er van overtuigd dat het een spannende symbiose wordt tussen beeld en ruimte. Het medium is anders, het maar denkproces loopt parallel. Dit is dus geen vaarwel Martin, het is enkel een andere weg met nieuwe interessante kruispunten.

H.Müjde Ayan
H.Müjde Ayan (TR)

BİZE YAKIN BİR SANATÇI DOST

H.Müjde Ayan 28.04.2008 Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Şükran Günlerinin konuk sanatçısı olarak hazırlanan katalog yazısı Sanırım 2000 Nisan aylarıydı. Prof.Dr. Hasip Pektaş hocamız exlibris sanatı hakkında Yıldız Teknik Üniversitesine konferans vermek ve workshop yapmak üzere Belçika’dan bir sanatçının geleceğini haber vermişti. O gün itibariyle ben de bu alanda yeni olduğumu söyleyebilirim. Exlibris sanatının Baskıresim sanatıyla direkt bağlantılı olması sebebiyle hocamın tavsiyesine uyarak Yıldız Teknik Üniversitesine gittim. Konferans henüz başlamışken ben de yerimi aldım ve öğrencilerin arasında merakla izlemeye başladım. Belçikalı sanatçı Prof. Martin R. Baeyens hem anlattıklarıyla hem de yanında getirdiği koleksiyon çalışmalarıyla o ana kadar duyduğum heyecanı daha da artırmış ve belki bilmeyerek yeni bir dönemin başlangıcını sağlamıştı. Eğitsel boyutu ve dostluk ilişkileri bakımından çok olumlu geçen bu bir haftalık zaman dilimi daha sonraki sanatsal faaliyetlerin de oluşmasına fırsat yaratmıştır. Bu nedenle Hasip Pektaş hocama bana bu imkânı sağladığı için ayrıca teşekkür ediyorum. İçimizdeki duyguları, coşkuları, öfkeyi yaratma aracı olarak gördüğümüz sanatsal üretimler bazen sergilerimizle, ama çoğunlukla da sosyal hayattaki bire bir yaşanan alış-verişlerle ve tecrübelerle sağlanmaktadır. Bireyin üretkenliğindeki kaliteyi belirleyecek olanlarda yaşanılan paylaşımlardır. Bu ortamlarda, bilgi birikimi, profesyonellik, ruhsal ve ahlaki zenginlik yönünden ne kadar çok kişi bir araya getirilebilirse, bireyin kazanımı da o kadar çok artacaktır. Eğer sanatsal kimliğin alt yapısını oluşturmada tuğlaları sağlam ve estetik yönden güçlü bir şekilde örmek istiyorsak, kimlerle neyi niçin paylaştığımızda bu noktada çok önem kazanacaktır. Bu değerlendirmeden yola çıkarak kendi tuğlalarımı örmede paylaştığım ve fikirlerine inandığım kişiler arasında Martin Baeyens’i de rahatlıkla söyleyebilirim. Tanıştığım ilk günden itibaren tecrübelerini pozitif yaklaşımı ile sergilemiş olan Baeyens, Türk exlibris sanatının gelişimini sağlamada da aynı samimiyeti göstererek çok katkılar sağlamıştır. Türkiye’nin birçok üniversitesinde verdiği konferanslar, sempozyumlar, workshoplar ve sergilerle exlibris sanatı daha çok yaygınlaşma olanağı bulmuştur. Esprili kişiliği ile tanıdığımız Baeyens’in en tipik özelliği, detaylarda saklı olan incelikleri dile getirmekten hoşlanmasıdır. Bunu eserlerinde rahatlıkla görebiliriz. Doğa ve insan ilişkilerindeki yaşamın süprizlerini bazen rengin gücüyle bazen çizgiyle bazen de yarattığı kontrastlıkla ifade etmeye çalışmıştır. Sanatını ve tecrübelerini paylaşmanın yanı sıra Türk Baskıresim sanatçılarının yapıtlarının Avrupa’da daha yaygın bir şekilde izlenmesine ve tanınmasına da aracı olmuştur. Sanatçı kimliğinin yanı sıra akademik eğitimciliği de güçlü olan Baeyens’le bugüne kadar olan sanatsal faaliyetlerdeki ortak çalışmalardan dolayı büyük bir mutluluk duyduğumu ve uluslararası sanat etkinlikleri kapsamında katılımların daha da artması için bu tür paylaşımlşarın her açıdan gerekli olduğunu belirtmek istiyorum.

bottom of page